Bildiğiniz üzere bugünlerde en çok konuşulan konulardan birisi ‘‘deizm’’ konusudur. Her ne kadar deizm ile ilgili pek fazla haber ya da yazıyı takip etmesem de geçtiğimiz hafta sonu bir gazetede bu konuyla ilgili kaleme alınan bir yazının reklamına denk geldim. Sözün özü merakım dolayısıyla bu enteresan makaleyi okudum. Enteresan dememin nedeni deizmin kendisinden bahsedilmiş olması değil. Aklı temel alan bir yazıda yürütülen akıl yürütmenin çok sağlıklı olmaması. Bununla ne kastettiğime geçmeden önce mesele ile ilgili etimolojik birkaç noktaya değinmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
Deizm ifadesi Latince Deus (Tanrı) sözcüğünden gelmektedir ve aslında Grekçe Theos (Tanrı) sözcüğünden türeyen teizm ifadesinden anlam olarak farklı değildir. İkisi de Tanrı inancını vurgulamaktadır. Fakat süreç içerisinde ‘deizm’ sözcüğü anlam kaymasına uğramıştır. Gelinen noktada ise bu ifade sadece dünyayı ya da evreni yaratmış ve sonrasında hiç müdahil olmamış bir tanrı kavramını işaret etmektedir.
Bu kısa etimolojik açıklamanın ardından makalenin içeriğine gelecek olursak makaledeki şu ifade dikkat çekicidir:
Bu kadar çağdaş, birlikçi ve bilimsel bir görüşten neden korkuyoruz? Korkunun kaynağı, Aydınlanma ve Bilim Çağından geliyor. Aslında deizmden değil ‘‘bilim’’den korkuyoruz. Çünkü Vahiy’lerin hiçbir kanıtı bulunamamıştır (bknz. Bertrand Russell).[1]
Şimdi, nereden başlamalı? Öncelikle, ‘‘Deizm’’in çağdaş, birlikçi ve bilimsel bir görüş olduğuna nasıl varılmıştır? Tabii makalede bunun bir açıklaması verilmemekte. İkinci olarak, bu görüşün (deizmin) bilimsel olduğu nasıl söylenebilir? Dünyayı yaratmış sonra da kendi haline bırakmış bir yaratıcı fikri bilimsel midir, yoksa metafizik bir çıkarım mıdır?
Kanıt meselesine geldiğimizde ise ilginç olan noktalardan birisi vahiy için kanıtın bulunamamasına referans olarak ünlü İngiliz filozof Bertrand Russell verilmektedir. Acaba Russell’ın kendisi mi vahyin kanıt noksanlığı için bir kanıttır? Argüman üzerinden tartışmamanın ironisini yapmak istedim az biraz… Bu kadar ironi yeter. Sıradaki önemli soru ise şudur: Vahiylerin hiçbir kanıtı olmadığı fikri de nereden çıkmıştır? Yazarın yurtdışı günlerinden kalma bir anısında ziyaret ettiği bir evde İncil’in Tanrı sözü olduğuna nasıl bu kadar emin olduklarına dair sorduğu soruya aldığı cevap, yazarın bu kanıya varmasına neden olmuş olabilir. Kadın şöyle der: “Buraya bak genç adam. İnanırsın ya da inanmazsın; bu senin vereceğin bir karar; ama soru soramazsın. Sormaya başlarsan bu dünyada ne din kalır ne de iman!”
Öncelikle belirtmek gerekir ki herhangi bir inancın suistimal edilmiş halinden yola çıkarak sonuca varmak rasyonel bir davranış olmayacaktır. Burada da yapılan şey aslında açık bir şekilde mantık hatasıdır ve ele alınan görüşü temsil etmeyen bir örnekten hareket edilmiştir. Kutsal Kitap (Tevrat, Zebur ve İncil) insanın soru sormasını yasaklamaz. Aksine soru soran insanların ifadeleri ile doludur.[2]
Diğer önemli nokta ise dile getirilen kanıt meselesidir. Aslında belki bunu tartışmadan önce netleştirmemiz gereken şey şudur: Kanıt ile kastedilen nedir? Çünkü net bir ifadeden yola çıkılmadıkça Antony Flew’un işaret ettiği yanlışlanamayan bir sava doğru gidilmektedir.[3]
Eğer kanıt ile ilgili kastedilen ‘‘doğa bilimlerindeki gibi bir kanıt’’ ise açık bir şekilde kategori hatası yapıldığını söylemek gerekir. Bir başka ifade ile elma ile armudu karıştırmaktır. O zaman burada yapılması gereken şey vahyin doğasının hangi kanıt kategorisine girdiğini tespit etmek ve ona uygun olarak talepte bulunmaktır.
Bunun yanı sıra Hristiyan inancı üzerinden konuşacak olursak vahiy yukarıdaki teyzenin ifade ettiği gibi körü körüne bir inanca değil kanıtlara dayanmaktadır.[4] Şimdi ‘‘Bu nasıl olur?’’ diye sorulabilir. Eğer tarih bilimini, tanıklıkları, yüzyıllar öncesinden söylenen peygamberlikleri –ya da halk arasında bilinen ifade ile kehanetleri– kanıt olarak değerlendiriyorsak o zaman nasıl kanıtsız diyebiliriz? Eğer bunları kanıt olarak değerlendirmiyorsak neyi kanıt alıyoruz Allah aşkına?
Dahası eğer bir yaratıcı varsa ve bizi kendi halimize terk ettiyse o zaman böyle bir yaratıcının varlığına inanmakla inanmamak arasında ya da onu bilmek ile bilmemek arasında ne tür bir fark var? Böyle bir yaratıcı güvenilmeye daha mı layık? Yoksa boşlukların tanrısı mantığı ile ‘‘Arkadaş biz şimdilik bu konuları bilmiyoruz. O yüzden de bir Yaratıcı var deyip geçiyoruz’’ denilerek mesele kestirilip atılmakta mı?
Sanırım sorular çoğaldıkça çoğalıyor. Elimizde eskisinden daha fazla sorumuz var ve hepsi de yanıtlanmayı bekliyor. Bu kadar soruya ne gerek var demeyin lütfen. Akıllı bir varlık olduğumuz varsayılıyorsa meseleyi basite indirgeyerek, aklımıza esene bilimsel diyerek, bilimi de ilahlaştırarak değil, rasyonel varlıklar olarak dikkatli bir akıl yürütme süreci ile meseleyi ele almak gereklidir.
Yeşua Özçelik
Dipnotlar:
[1] Bozkurt Güvenç, Cumhuriyet Gazetesi Pazar Eki, 13 Nisan 2018, s. 3.
[2] Bknz. Eyüp kitabı, Mezmurlar vd.
[3] Antony Flew, Teoloji ve Yanlışlama. Türkçe metni için bknz: https://dusunbil.com/teoloji-yanlislama-tanrinin-varligi-mumkun-mudur/
[4] Kutsal Kitap’ta iman sözcüğünün güvence şeklinde kullanılması ve zaman zaman bu şekilde çevrilmesi bunu güzel bir şekilde göstermektedir.