İnsani zayıflığımız, korkularımızla ve güvensizliğimizle birleşince yardım için elimizi uzattığımız yer ille de görünür olmalıdır. Emin olduğumuz şeyler, artık emin olduğumuz şeyler olmaktan çıkıp, birdenbire kuşkularımızın en üstünde yer alır. Daha önce hiç deneyim edilmemişçesine şaşkın halde facia senaryoları yazar, “ya öyle…”lerle, “ya şöyle…”lerle, “ya hiç…”lerle, “zaten hep…”lerle güzel bir kurgu hazırlayıp kendimizi de içine yerleştirmeden edemeyiz. Güven duvarlarımız bir anda yıkılmış, kendimizi elimizde teslim bayrağı sallar halde buluruz. Başrolde en kırgın, en zavallı, en sefil halimizle biz, kendi düzenimizi kendimiz kurmaya kalkışırız. Kimseye muhtaç olmadan tüm aksilikleri hesap edip, tek tek hepsine karşı bir önlem alarak hayatımızın tanrıcıkları olmak, yapmayı en iyi bildiğimiz şeydir. Bu anlamda da bu rolün hayatı bize ne kadar zorlaştırdığı konusu hiç gözümüze görünmez ya da biz görmemeyi seçeriz. Kendimizi en iyi bildiğimiz yolla güvende hissederiz. Dokunup, görerek, sonunu bilerek onayladıklarımız temel tercihimizdir ve tabii tüm bunların sonunda Tanrı’yı da atlamış olmadan, paçasından tutup “Hadi tamam bak ben her şeyi ayarladım” deyip olayları izlemeyi yeğleriz.
Bir diğer yandan Rab’bin sesini birebir duyan, onlarca mucizesine şahit olan İsrail halkının Musa’nın dağdan inmesi gecikince tapınmak için yaptıkları altın buzağıya hayret içinde kalırız. İsa’nın tüm akıl almaz mucizelerine tanık olan öğrencilerinin çarmıh zamanında O’nun yanında olmamalarını kabul edemeyiz.Başlangıçta sadece İncil’de geçen olayları resimle hikayeleştirme derdinden çıkan, fakat sonrasında bir tapınma ya da bir mucize objesi haline gelen ikonalara, ellerini süren, o resimleri öpen, önünde diz çökerek dua eden insanların varlığı gözlerimizin önünde tuhaf bir olay olarak sahnelenir.
Tanrı’yı yaşamlarımızda ikinci plana itmiş, Tanrı’yla yüz yüze gelmiş olsak da, O’nun o sarsıcı sesini duymuş, mucizelerinde sevinçle coşmuş olsak da, her zaman ilk hamlemiz hep aynıdır. Görebildiğimiz, dokunabildiğimiz şeye ihtiyaç duyar, her seferinde aynı yere döner geliriz. Çünkü kontrolü kaybetmek ve teslim olmak korkutucu gelir.
Elbette özelizdir çünkü Tanrı’nın suretinde yaratılmışızdır ve elbette yaşamlarımızda aldığımız kararlardan dolayı sorumluyuzdur. Mutlaka bize düşen görevler vardır ve bunları yerine getirmekle yükümlüyüzdür. Fakat kontrolü Rab’be bırakmak özgür olmak demektir. Yaşamımız takıntılarla ve boş umutlarla geçerken, gerçek Yardımcıyı göz ardı etmek bizi korku zincirine bağlamaktan başka bir işe yaramaz. Özgürlüğün içinde o zincirin acısını yaşamak, yara bere içinde kalmak,kendimize yapacağımız bir işkence olur ancak.
Dolayısıyla görmek ve bilmek önemlidir; ama Rab’be teslimiyet en büyük deneyimdir…
Serda Ayık Sez