Holocaust ve Russell’ın Ahlaksal Çıkmazı

Dostoyevski bu sözü neden söylemiş olabilir? 1948 yılında BBC radyosunda Peder Copleston ve Bertrand Russell arasında Tanrı’nın varlığına dair meşhur bir münazara gerçekleşmiştir. Bu münazaradan bir parçayı sizinle paylaşmak istiyorum:

Copleston: İyi ve kötü arasındaki ayrımı yapmak için gerekçeniz nedir ya da bunlar arasındaki ayrıma nasıl bakıyorsunuz?
Russell: Mavi ve sarı arasındaki ayrımı yaptığımda sahip olduğumdan daha fazla gerekçem yoktur. Mavi ve sarı arasındaki ayrım için gerekçem nedir? Bu ikisi arasındaki farkı görebilirim.
Copleston: Peki, bu harika bir gerekçe, katılıyorum. Mavi ve sarı arasındaki ayrımı onları görerek yapıyorsunuz, o zaman iyi ve kötü arasındaki ayrımı hangi yeti ile yapıyorsunuz?
Russell: Duygularım aracılığıyla.
Copleston: Duyguların aracılığıyla. Peki, benim de sorduğum şey bu. Sana göre iyi ve kötü basit anlamda sadece duygular ile ilgili midir?
Russell: Tamam, neden bir çeşit obje mavi ya da sarı gibi gözükür? Fizikçiler sayesinde sana bununla ilgili az çok bir cevap verebilirim. Neden bir şeyin iyi ya da kötü bir şey olduğunu düşünmeme dairse muhtemelen benzer bir cevap vardır. Fakat o, bu şekilde açıklanmamıştır ve sana onu tarif edemem.
Copleston: Peki, Josef Kramer’ın davranışlarını ele alalım. O sana kötü ve arzu edilmez olarak görünür. Bana da öyle. Adolf Hitlere’e ise bu davranışların arzu edilebilir ve iyi bir şey olarak gördüğünü farz edebiliriz. Sanırım Hitler için bunun iyi; ama senin için kötü olduğunu sen de kabul edeceksin…[1]

Tartışmanın bu bölümü aslında çağımızın en büyük ikilemlerinden birisini gözler önüne sermektedir. Ahlaki değerleri neye dayandırabilir, nasıl açıklayabiliriz? XX. yüzyılın en önemli filozoflarından Bertrand Russell’ın buna yanıtı duygu ve hissiyat olmuştur. Çünkü bir evrensele sahip değildir. Daha önce de ‘İnsan, Anlam ve Tanrı’nın Sureti’ yazısında ifade ettiğim gibi evrensellerin yerini tikellerin (parçaların) almaya başlaması insanoğlunu anlam ve ahlak alanları da dâhil olmak üzere birçok konuda yanıtsız sorular ile yaşamak zorunda bırakmıştır.

Geçtiğimiz gün Nazi Almanya’sında 2. Dünya Savaşı sırasında 6 milyondan fazla Yahudi’nin katledilişinin –Holocaust’un- yıl dönümüydü. Holocaust, aslında evrensellerini kaybeden Avrupa’nın yaşadığı ahlaki çöküntünün devasa boyutlarını ifşa eden, korkunç olaylardan birisi olarak tarihe geçmiştir. Auschwitz imha kampından canlı bir şekilde kurtulmayı başaran Promo Levi şöyle demiştir:

Auschwitz Kampı var, öyleyse bir Tanrı olamaz!”

Böylesine büyük bir acıyı yaşamış bir ulusun acısını tam olarak anlamak tabii ki mümkün değildir. Fakat bununla birlikte acaba konuyu daha farklı bir açıdan ele alıp farklı bir pencereden bakabilir miyiz?

Peder Copleston ve Bertrand Russell arasındaki radyo tartışması bu açıdan önemlidir. Birlikte Peder Copleston’ın akıl yürütmesi üzerinde konuşmaya devam edelim. Eğer bir Tanrı (evrensel bir mutlak) yoksa o zaman ahlakın dayandığı temel ne olabilir? Duygularımız, toplumsal çoğunluk, evrimsel süreç…?

Duygularımızı temel alırsak, Peder Copleston’ın haklı olarak işaret ettiği gibi o zaman Nazi Almanya’sında yaşananları hangi ahlaki değere göre değerlendireceğiz? Hitler ve onun gibi birçok kişi yaptıklarının doğru olduğunu ‘hissediyordu’ ya da düşünüyordu. O zaman kim haklıydı? Ayrıca unutulmamalı ki ‘toplumsal çoğunluk da’ bu düşünceye katılıyordu. Belki bu savaştan Nazi Almanya’sı galip çıkmış olsaydı, o zaman bugünün ahlaki değer sistemi çok ama çok farklı olacaktı. Ya da sahip olduğumuz tüm ahlaki değerleri evrimsel süreç boyunca edindiğimizi düşünelim. O zaman ahlaki değer yargılarımız tamamen rastgele bir sürecin sonuçları olacaktı. Bir başka deyişle koşullar farklı olsaydı, farklı –belki tam tersi- ahlaki değerlere sahip olacaktık. Darwin’in kendisinin The Descent of Mand’de yazdığı gibi:

“Eğer insanlar arı kovanlarına benzer şekilde tamamen aynı koşullar altında yetiştirilselerdi, hiç şüphesiz evlenmemiş dişiler, işçi arılar gibi erkek kardeşlerini öldürmenin kutsal bir görev olduğunu düşünürdü. Analar doğurgan kızlarını öldürmeye çabalardı ve hiç kimse onlara engel olmayı düşünmezdi.”[2]

Tüm bu yanıtlar bizi evrensel açıdan kapsayıcı olmayan, zaman ve mekâna göre -hatta bireye göre- değişen öznel bir ahlak anlayışı içerisine hapseder. Bu müebbet hapsin sonuçları da korkunç olur. Kısacası eğer bir Tanrı yoksa ahlaki değer ve yükümlülüklerimizin nesnel bir temeli olmayacaktır. Dolayısıyla bu da herkesi kapsayan evrensel bir ahlaki düzleme sahip olamayacağımız anlamına gelir. Fyodor Dostoyevski’nin ‘Karamazov Kardeşler’ adlı romanında Smerdyakov karakterine söylettirdiği şu sözlerde görüldüğü gibi:

“Eğer, ölümsüz bir Tanrı yoksa dünyada iyilik diye de bir şey yoktur. Hem Tanrı yoksa öyle bir şeye gereklilik de kalmaz.”[3]

Bir başka deyişle “eğer bir Tanrı yoksa o zaman her şey mubahtır.” Eğer bir Tanrı yoksa o zaman sahip olduğumuz kapsayıcı bir ahlaki değerimiz olmamakla birlikte, yerine getirmemiz gereken herhangi bir ahlaki yükümlülüğümüz de yoktur. Kötülük problemini ele alıp ‘Böyle kötü bir dünya varsa, o zaman sevgi dolu bir Tanrı var olamaz’ diyen Russell gibi düşünürlerin içinde bulunduğu çıkmaz da tam olarak da budur. Dawkins’in de belirttiği gibi, “Aslında ne iyi ne de kötü vardır… DNA bilmez de, umursamaz da. DNA yalnızca vardır. Ve biz, onun müziğiyle dans ederiz.”[4] İşte sorun da tam olarak buradadır. Olmayan bir ahlaki değer sistemi üzerinden Tanrı’yı yargılamaya kalkışırız. Fakat aslında temel sorun O’nun varlığını inkâr ettiğimizde yüzleşmemiz gereken var olmayan ahlaki değerler problemidir.

Ünlü varoluşçu filozof Jean Paul Sartre da bir Tanrı’nın var olmaması durumunda ortaya çıkan önemli sorunlardan birini şöyle ifade etmiştir:

“…tam tersine, varoluşçu için Tanrı’nın var olmadığı düşüncesi tamamen huzursuz edicidir. Çünkü rasyonel zeminde bulunan tüm muhtemel değerler ortadan kaybolur. Artık baştan kabul edilebilecek herhangi bir iyi yoktur.  Çünkü onu düşünen sınırsız ve mükemmel bir zihin yoktur… Tanrı yoksa her şey serbesttir. Sonuç olarak insan ümitsizdir. Çünkü ne kendisinde ne de kendisi dışında herhangi bir dayanak noktası yoktur.” [5]

Russell, Dawkins ve diğerleri aslında çıkmaz bir sokakta kendi kendilerini kandırdıkları sahte bir oyunu icra etmektedirler. Gerçek hayatta ise nesnel ahlaki değer ve yükümlülükler vardır. Çünkü yaşayan gerçek bir Tanrı vardır.

Yeşua ÖZÇELİK                                   

Dipnotlar:
[1] http://www.biblicalcatholic.com/apologetics/p20.htm
[2] Charles Darwin, The Descent of Man and Selection in Relation to Sex, 2nd edition (New York: D. Appleton & Company, 1909), s. 100.
[3] F. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Cem Yayınevi, s. 271.
[4] Richard Dawkins, River Out of Eden: A Darwinian View of Life
[5] Jean-Paul Sartre, Basic Writings, Edited by Stephen Priest, Taylor & Francis e-Library, 2001, sayfa 32.

Tartışmaya katılın

Yazarın Diğer Makaleleri

Merak Uyandıran Gökyüzü

Tarih boyunca insanoğlunun en çok merak ettiği sorulardan ikisi sanırım şunlardır: Bu evrende yalnız mıyız? Dünya dışında bizimkine benzer şekilde yaşam olasılığının var olduğu bir başka gezegen var mı? Aydınlanma döneminin önemli düşünürlerinden...

Alım Gücünün Ötesi (Devam)

Manevi zenginlik öncelikle kişinin kendisini fark etmesinden geçer. Antik bilgelerin “kendini bil” düsturunda olduğu gibi insanın kendisini tanıması, neye sahip olup olmadığının bilincine varması önemlidir. İşte bu noktada insana dair kabullerimiz...

Alım Gücünün Ötesi

Malum bugünlerde ekonomi uzmanlarının vurgu yaptığı en önemli noktalardan birisi insanların alım gücü meselesidir. Bir kişinin maaşı artabilir; fakat alım gücü düşebilir. Bu da ülkenin ekonomisinin gidişatına bağlıdır. Alım gücü sahip olduğumuz...

FideCultura

Son eklenenler