Bu sinema yazımızda 10 yıl kadar geriye 2008 yılına, yönetmenliğini Mark Herman’ın yaptığı “The Boy in the Striped Pajamas – Çizgili Pijamalı Çocuk” filmine gidiyoruz. İrlandalı yazar John Boyne’nin aynı adlı kitabından (2006) uyarlanan filmin senaryosunu da yine Mark Herman yapmış. Baş rollerini Asa Butterfield, Jack Scalon, Vera Farmiga ve David Thewlis paylaşmışlar. Film, 8 yaşındaki iki çocuğun Nazi toplama kamplarına, II. Dünya Savaşına, kendi özel koşullarına göre, bakış açısını konu edinmiş. Konu itibariyle zaten oldukça dramatik olan Yahudi katliamı, söz konusu iki çocuk olduğunda daha da dramatikleşmiş ve ilk olarak akla Roberto Benigni’nin “Life is Beatiful – Hayat Güzeldir” filmini getiriyor.
Film İngiliz şair John Betjeman’dan yapılan bir alıntı ile başlıyor:
“Çocukluk, aklın karanlık vakti gelmeden önceki sesler, kokular ve görüntülerden ibarettir.”
Elbette yetişkinlerin karanlık dünyasını, çocukların daha sade, saf, minik, kendilerine özel ve bazen de hayali dünyasıyla karşılaştırmak açısından oldukça etkileyici, filmin bizi az çok nereye taşıyacağı konusunda da anahtar oluyor. Bruno (bir Alman askerinin oğlu) ve Shmuel’in(toplama kampındaki Yahudi çocuk) her sohbeti de adeta bu cümlenin tastiği gibi film boyunca giderek daha belirgin hale geliyor.
Yeni evlerine taşınmalarıyla birlikte oldukça maceracı bir ruha sahip olan ve bütün arkadaşlarını geride bırakmak zorunda kalan Bruno, evlerinin yakınlarda çizgili pijamalarıyla dolaşan insanları keşfediyor. Annesinin tüm titizliğine rağmen ısrarla o insanlara ulaşmayı başarıyor ve kendini dikenli tellerle örülü bir yerde, akranı olan Shmuel’le tanışmış olarak buluyor. Yalnızlıktan kurtulduğuna sevinirken bir türlü yan yana koyamadığı birçok şeyle de böylece yavaş yavaş yüzleşmeye başlıyor Bruno. Kendisi ve ablasının eğitimleri için evlerine gelen bir öğretmenin sürekli olarak Alman ırkının yüceliği; ama Yahudiler hakkında anlattıkları ile kafası karışıyor mesela. Hemen sonra mutlaka bir yerlerde iyi bir Yahudi’nin olacağına dair inancı ile tel örgüler arkasındaki pijamalı arkadaşını düşünüyor. Daha önce doktorluk yapan pijamalı Pavel’in neden evlerinin mutfağında hizmet ettiğini anlayamıyor. Neden pijama giymek zorunda kaldıklarını ise Shumel açıklıyor daha sonra: “Askerler kıyafetlerimizi aldı. Askerlerden nefret ediyorum. Sen?” Bruno’nun sakince “Hayır. Benim babam da asker; ama insanların kıyafetlerini alanlardan değil, herkes için her şeyi iyi yapanlardan biri…” olarak tanımlaması ile bir çocuğun babasının kahramanlığından emin duruşunu gösteriyor adeta…
Shmuel’in kıyafetinin yakasında taşıdığı numaradan dolayı bir oyunun içinde olduğunu düşünerek kendini iyice yalnız hissediyor Bruno. Tel örgüler arkasından bile olsa neden oynayamadıklarını bir türlü anlayamıyor. Fakat her gidişinde yiyecek götürmek konusunda, bazen taşırken kazaya kurban gitse de, arkadaşını mutlaka düşünüyor. Bruno bir gün sürpriz bir şekilde Shmuel’i kendi evlerinde buluveriyor. Bardakların kurulanması için küçük parmaklara duyulan ihtiyaç Shmuel’i Bruno’nun evine taşıyor ve filmin tamamen yön değiştirdiği sahne de tam burada cereyan ediyor. Karşılıklı konuşmaları elbette yine Bruno’non Shmuel’e kurabiye teklif etmesi ile keyifli bir şekilde devam ederken, ne yazık ki odaya babasının emri altında olan askerlerden birinin girmesi ve Shmuel’i kurabiyeyi yerken yakalaması ile son buluyor. Askerin kurabiyeyi çaldığı konusunda Shumel’e yönelmesi ve Shmuel’in olası itirazları işe yaramıyor maalesef. Kurabiyeyi Bruno’nun verdiğine inanmayan asker, daha da sert bir çıkış yapınca Bruno da korkarak kurabiyeyi Shmuel’in çaldığı yalanını onaylayarak odasına kaçıyor. Böylece Bruno söylediği yalandan duyduğu dayanılmaz pişmanlık ve bunu telafi etme çabasıyla filmi beklenmedik bir sona götüren masum bir karar alıyor.
Şair Betjeman’ın çocukların dünyasının kokular, sesler ve tatlardan oluştuğundan bahsetmesi gibi, benzer bir şekilde aslında bu filmde de Bruno ve Shmuel arkadaşlığı seyircinin hafızasına kazınan anlar olur. Arka planda devam eden savaş, Bruno’nun annesinin etrafta olup bitenler karşısında yaşadığı derin keder, kocasına karşı giderek yükselen öfkesi… Görevini yapmakla sorumlu bir asker, diğer yanda ailesini birlikte tutmaya çalışan bir baba… Bu iki küçük dostun ilişkisinin yanında tüm bunlar sadece filmin ayrıntıları olarak kalır. Fakat film öyle büyüyüp gelişir ki ölümün dondurucu etkisi ekranın diğer tarafında olanlar için bile elle dokunur hale gelir.
Bununla birlikte aslında kitap birçok eleştiriye de maruz kalmış. Bir çocuğun ölümün varlığından habersiz yaşamasının, aynı yaşta bir Yahudi çocukla hem de bir kampta gizli bir arkadaşlık kurmasının, bunu izleyen öğrenciler açısından aslında kampların o kadar da kötü olmadığı konusunda bir imaj yaratabileceği dile getirilmiş. Holokost’tan sağ kurtulan biri de kitabın bir masal, yalan ve hatta biraz daha ileri giderek bir küfür olarak addetmiş. Filmde bir çocuğun varlığına gönderme yapan bu eleştiri de aklımıza başta da hatırlattığımız gibi “Life is Beatiful” filmindeki babanın oğlunu delicesine saklama çabasını getirir.
Ne olursa olsun kitabın bir yazarın elinden çıktığı ve bir yanı kurgu olduğu akılda tutulmalıdır. Her ne kadar tarihsel bir süreci aktarıyor olsa da kitabın gerçek hayatı tam olarak aktarma konusunda bir iddiası olup olmadığı sorusu da burada önemlidir. Yazar aslında iki çocuğun bakış açısıyla ayrımcılığı, nefreti, suçu, bağışlamayı, pişmanlığı ve daha birçok olguyu en sade haliyle gündeme taşır, bu açıdan da tebriki hak eder, çünkü son sahnesiyle seyirciyi tüm bunları ve daha fazlasını anlama ve hazmetme konusunda oldukça zorlar.
Serda Ayık Sez