Gizli Bir Hayat

Bölümü oynat

Bu dünyada kafası “acı sorunu” ile karışmamış ya da ucundan kıyısından bir şekilde acıya dokunmamış insan yoktur sanırım. O acıya bakmak, üzerinde düşünmek, bir şekilde onun hakkında yorum yapabilmek ise her zaman ve herkes için kolay da olmayabilir.  Bu yüzden bazen bizler acıyı anlayabilmek, o acının içindeki karanlığa bakabilmek ve oradan çıkacak erdemi bulmaya çalışırken kitapları da filmleri de bir katarsis yolu olarak kullanabiliriz. Elbette bunu yaparken de sahip olduğumuz dünya görüşümüzü kullanırız. Sahip olduğumuz inanç her ne ise el yordamıyla değil; ama onun ışığıyla bir şeyler görmek ve üzerinde düşünmek isteriz. Tıpkı bugün üzerinde konuşacağımız filme yapacağımız gibi…

2016 yılında tamamlanmasına rağmen, 2019 yılında vizyona giren “A Hidden Life” Terrence Malick tarafından yazılıp yönetilmiş. Film, Avusturya’lı vicdani retçi Franz Jägerstätter’in, II. Dünya Savaşı’nda Naziler için savaşmayı reddetmesini konu alan gerçek hayat hikayesinden uyarlanmış. Malick’in Franz’ın karısı ile mektuplaşmalarından yola çıkarak kaleme aldığı filmin başrollerini, August Diehl  ve Valerie Pachner paylaşmışlar. Üzücüdür ki filmin kurgusunun tamamlanması uzun sürdüğü için Michael Nyqvist ve Bruno Ganz, yakalandıkları hastalık sebebi ile hayatlarını kaybetmişler ve çektikleri filmi görme şansını maalesef bulamamışlar.

Filmin uzun ve ağır işleyişi Malick’in kendine has tarzını hatırlatsa da filme konu olan hayatın iki yönünü yansıtması açısından da sembolik ögeler taşıyor. Bir yanda Franz, Fani ve ailesinin o köyde yaşadıklarını anlayabilmek çiftlik hayatının görselliğinin büyüsünü ve belki monotonluğunu filmin başında “Hayat ne kadar basitti” sözlerinin gerçekliğini görebilmek mümkün bu uzunluğun içinde. Aynı zamanda Franz tutuklandıktan sonra belki bizlerin de deneyimlediği gibi derin acı dolu günlerin zor işleyişini, bununla paralel olarak kişinin psikolojik sürecinin ağırlığının yansıması olarak da bakmak olası.

Franz’ın savaşmayı reddetmesi ve en önemlisi Hitler’e bağlılık yemini etmemesi sadece kendini derin fiziksel, ruhsal acılara sürüklemekle ve sonunda ölüme mahkûmiyete götürmekle kalmıyor; ama aynı zamanda geride bıraktığı eşini de toplumsal baskıya ve eziyete maruz bırakıyor. Emekle geçen sevgi dolu ve hayatın basitliğinden çok, sadeliğinin insanın içine işlediği bir yaşamın içinde, birbirini seven; ama en önemlisi birbirine sıkı sıkıya bağlı iki insanın, hayatları alt üst olurken ve birbirlerinden ayrıyken de tüm zorluklara karşı gösterdikleri direnç ve “doğru” olarak kabul ettiklerini yapmaya devam etmeleri bir hayali düşlemek gibi adeta.

Fani’nin kabul edilmediği kiliseden sessizce geri çıkması, tarlanın ortasında pazar ayinine katılması gibi mesela… Franz’ın ölüme giderken yere düşmüş bir şemsiyeyi alıp kenara koyması ya da trende rast geldiği insanlara selam vermekten imtina etmeyen ve elleri kelepçeli olmasına rağmen valizini yerleştirmeye çalışan bir kadına yardım etmesi akıl ve sabır dışı gibi görünen alçak gönüllülüğün sınırlarını ve gerçek iyiliğin nadirliğini oldukça dokunaklı bir şekilde gösteriyor. Diğer yandan başakların güzelliği, hasat zamanını ve kurumuş otların derlenip yakılması da adeta bütün yaşanan olayların bir gün netlik kazanmasına duyulan inancı, kötülüğün de bir gün hak ettiği sonu bulacağına dair güvenceyi bir çapa olarak sürekli hatırlatıyor.

Kendisiyle yapılan röportajda Franz’ın verdiği tepkiyi “Bir kahramanlık hikâyesi değil, sessiz görünmez kişisel bir seçim. Şüpheleri olsa da yüreğinin derinliklerinde öyle olması gerektiğini bilen, herkesin “evet” dediği yerde “hayır” diyen bir adamın seçimi.” diyerek özetliyor August Diehl. Bu da tüm mevzunun bir “hayır” diyebilme meselesinde toplanıp toplanmadığı sorusunu akla getiriyor.

Oysa bu adamın da hayali ya da isteği herkesinki gibi değil miydi? “Yuvamızı yükseklere yapabileceğimizi düşünmüştüm. Ağaçların tepesine. Dağların tepesine kuşlar misali uçmayı…” diyen sözler, kendini, sevdiklerini güvenli bir yerde tutmak isteyen bir adamın sözleri değil miydi?

Tüm bunları gerçekleştiremediği ve dahi Kaybolmuş, güvendiğimiz çadırdan sökülüp alınmış. Dehşetin kralına getirilmiş.” hissettiğini söylediğinde sessiz ve görünmez verdiği sade “hayır” cevabından çok daha fazlasını görmedik mi? Bu cevap sadece adamı değil, ama Dualarımız cevap bulmadığı zaman biz Ona sadık kalırsak, O da bize sadık kalır. Buna inanıyorum. Onu seviyoruz. Bu yeterli.”   diyen karısını da bağlarken…

Yoksa gerçekten papazın “Kendini feda etmenin kimseye faydası olmaz.” sözleri, Franz’ın geride bıraktığı ailesi için adeta cehenneme dönen hayatları ile haklı mı çıktı? “Eğer Tanrı bize özgür irade bahşediyorsa yaptıklarımızdan, yapamadıklarımızdan sorumlu değil miyiz? Eğer liderlerimiz iyi insanlar değil kötü insanlarsa ne yapmalı? Hayatımı kurtarmak istiyorum, ama yalanlarla değil.” diyen Franz basit bir “hayır”la hayatını feda mı etti? Çanlarını eritip kurşun yapanlara, bir gün onlara da sıra gelecek diye fikirlerini söyleyemeyenlerden sadece bir tık daha mı cesurdu?

Ya da avukatın, “Başkaldırmanın kime ne faydası var? Gidişatı değiştirecek mi diyorsun? Yetkili mercilerin senden haberi mi var? İsyanın onların ilgisini mi çekecek? Birinin haberi olacak mı senden? Bu duvarların arkasında olanlardan kimsenin haberi yok. Hiç kimsenin.” sözlerindeki gibi amaçsız bir eylem yüzünden mi daha önce tüm köy için çaldığı kilise çanı, bir başkası tarafından onun ölümünü tüm köye ilan etmek için çalındı? 

Elbette bu evet ya da hayır deme meselesi üzerinde çokça düşünebiliriz. Bir cevabımız olmayabilir ya da hemen cevap verebiliriz. Fark etmez. Asıl konu tüm film boyunca iki insanın bu mesele ile nasıl mücadele ettikleri, bu meseleyi kiminle ve nasıl çözmeye çalıştıklarını görmek ve duymak sanırım. Mezmur yazarının elinden çıkmışçasına bir yanda “Tanrı’nın haberi olmadan tek bir serçe bile yere düşmez.” diyerek kocasını cesaretlendirirken, bir an sonra Ulu Tanrım, neredesin? Bizi neden yarattın? Kılını bile kıpırdatmıyorsun.” diyerek içinden çıkamadığı çaresizliğini ve şikayetini haykıran, yine de nihayetinde “Siz onu benden daha çok seveceksiniz. Cesaret verin ona. Dirayet verin. Güç verin.” diyerek Tanrı’ya olan güvenini yeniden inşa eden kadının da; “Sen, benim çobanım. Yeşil otlaklarda yatırırsın beni. Hayat nehrinin kıyısında. Sen, benim dayanağım. Bana doğru yolu gösteriyorsun. Sen, bizim ışığımız, karanlık sana vız gelir. Ebedi ışığına döndür bizi. Ulu Tanrım, duy sesimi. Dayanağım, sığınağım benim.” diyen adamın da sözlerinde gerçeğin ve içtenliğin ikna edici gücünü görmek insanı derinden etkiliyor.

Şüphelerle, korkularla, sorularla dolu olsa da şiirsel, ama bir o kadar da gerçek bir ruhsal ilişkinin bir insan üzerinden tüm dünyaya yansıması gibi akıp gidiyor film. Ben filmden sonra, kilise duvarına çizim yapan ressamın “İsa’nın hayatı bir taleptir. Hatırlatılmasını istemezsin.” sözleri ile “Ben olsam ne yapardım” sorusunu cebime alıp İsa’nın taleplerini düşünüyorum yeniden. Franz’la aynı inancı paylaşmasa da birçoklarının da filmdeki yargıçla birlikte onun oturduğu sandalyeye oturup bedeni elleri tıpkı onun gibi kullanmaya hazır halde dururken, Franz’ı, ruhunu, vicdanını ve “hayır” deme nedenini anlamak üzere bulacağını ya da bulmuş olabileceğini de tahmin ediyorum. Kendi hayatımdaki cevapsız kalmış soruları, Tanrı’yla olan çekişmelerimi, Tanrı’ya olan kırgınlıklarımı ve öfkelerimi bir kere daha hatırlıyorum.

Bir gün, tüm bunların sebebini anlayacağız. Hiçbir gizem kalmayacak. Neden yaşadığımızı anlayacağız. Ve Bir araya geleceğiz. Bahçeler tarlalar ekeceğiz. Toprağı yemyeşil yapacağız. Franz seninle, dağlarda tekrar buluşacağız.” diyen Fani’nin sözleriyle yaşanılan deneyim ne kadar ağır olursa olsun, yüreğim buruk ve acı dolu olsa da her seferinde dönüp geldiğim güvenli kucağı ve bana verilmiş vaadi hatırlayarak umutla ayrılıyorum filmden.

“Dünyanın gelişen güzelliği bir ölçüde tarihte yer etmemiş olaylara bağlıdır.

O olaylar ise sizden ya da benden kaynaklı değildir.

Bu güzellik, imanla gizli bir hayat sürmüş olanların ve

nerede olduğu belli olmayan mezarlarda yatanların sayesindedir.”

George Elliot

Yazan: Serda Ayık Sez

Serda Ayık Sez
Tarafından yayımlandı
Serda Ayık Sez
Tartışmaya katılın

Diğer makaleler

Bölüm 152

Darmadağın Evim

Kathleen Norris, “Üzgün Canavar” adında bir şiir yazan küçük bir çocuğun hikâyesini anlatır. Şiir bir itirafla başlar: “Babasının ona...

Bölüm 151

Tatlı, Acı

Genelde iyimser bir insan sayılırım. Kötü durumların iyi taraflarını bulurum, dünyaya umut dolu gözlüklerle bakarım ve kişisel ilişkilerde...

Bölüm 150

Ateizmin Sonu

Tanrı’nın bir yanılgı olduğunun, insan yaşamına ve uygarlığına zarar verdiğinin çığırtkanlığını yapan, inancın sona erişini haber veren...

FideCultura

Son eklenenler

Bölüm 123