Tarihin hayatın en temel sorularını uyandıran bir yönü vardır. Bazen ölümcül bir güçle üstelik bunu yapar. Yıkıntı ve enkazların yanında duran haber spikerleri her gün korku naklederler. Katı gerçekler kontrolü ele aldığında, seyircinin zihninde çoğu kez bastırılamaz bir “neden” sorusu yüzeye çıkar. Zaman zaman, uluslararası vicdan “neden?” sorusu etrafında ayağa kalkar.
Ancak gerçekte, şiddet dolu bir eylem karşısında, akıldışı bir mezalimin acısında tek başına “neden” sorusu, hayatın kendisini sorgulamadıkça, yani “neden buradayız?” sorusu olmaksızın anlamsızdır. Çünkü bu soru akademik bakımdan sofistike bir kültürde artık uygun olmadığı için dışlanmıştır. O zaman bu, nesnel ahlâk kavramını reddeden biri için bir çelişki değil midir? Dünyayı sadece fiziksel olana indirgeyenler, metafiziğe saptıkları zaman hile yapmış olurlar.
Bunun tam karşısında Tanrı’nın sözü, ahlâken sağır olan dünyayı işaretlerle çağırmaktadır. Kayıpları kişisel ve yıkıcı olanların, derin ve özel acıları, basitçe ele alınamaz. Onlar için birisi çarmıhtan konuşmaktadır. Fakat bu sorunun başka bir yanı daha vardır ve bu da nefret ve cinayetin insan yüreğinde ilk başta nasıl ve neden doğduğunu ve beslendiğini anlamakla ilgilidir.
Kutsal Kitap’ta anlatılan ilk cinayetin üzerinde uzlaşılmayan siyasi teorilere dayanmaması oldukça ilginçtir. Bir adamın kendi öz kardeşi tarafından öldürülmesi, Tanrı’ya verdikleri farklı tepkilerin yarattığı bir eylemdir. Dünyanın tuzağına düşen Kayin, ruhsal gerçeği kaba kuvvetle alt edebileceği inancıyla aldanmıştır. Tanrı Kayin’in yüreğinin derinliklerindeki kıskançlık ve kinin kaçınılmaz sonucunu görür ve kaderini belirleyecek bir davetle onu uyarır. “Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın” (Yaratılış 4:7).
Önümüzde yalnız iki seçenek vardır: Ya Tanrı’ya O’nun koşullarıyla gelmek ve bizi kabul etmesiyle kusursuz esenliğe kavuşmak ya da kendi tanımladığımız ahlâkla “Tanrı’yı oynamak” ve öldürmek. Bunun sonucunda huzursuzca aylak aylak dolaşıp kardeşlerimizin kanının topraktan gelen sesinden sürekli kaçmak. Bu hayat ister çocukluğunun taptaze yıllarında, isterse yaşlı, zayıf ve kırılgan yaşlarda olsun hiç fark etmez, hayat özünde kutsaldır ve paha biçilmez değerdedir. İkisinin de ortak bir paydası vardır: Tanrı’nın benzerliğine sahiptirler. İşte bu nedenle cinayet Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın benzerliğine bir saldırı, ruhsal özümüzün inkâr edilmesi olarak tanımlanır. Bize itibar ve değer kazandıran şey işte bu özdür. Bu özde yüceliğimiz ve gerçek evimiz bulunur.
Hayat mobilyalarının yerini entelektüel ikiyüzlülükle değiştirmeye çalışabiliriz ve onu yalnızca materyalist terimlerle ifade edebiliriz; ama arkamıza yaslanıp Darfur, Virgina, Bosna ya da Rwanda’daki insan mezalimini okuduğumuzda ani bir tepkiyle irkilir ve seküler “dekorda” bir uyum olmadığını anlarız; içimizdeki kutsaldan yükselen çığlık bastırılamaz olur. İşte başlıkları gördüğümüzde “neden?” diye feryat etmemizin sebebi budur: hayatın özde kutsal olduğunu ve ihlal edilmemesi gerektiğini dile getiren sakin ve kısık sesi susturamayız çünkü.
Ne kadar çabalasak da, inkâr edilmekte olan mutlak bir değerin mantıki işleyişinden kaçılamaz. Tanrı o gün bunu Kayin’e söylemiştir ve şimdi de bize söylemektedir. “Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor.” Kayin’in katil haline gelmesinin nedeni yaşayan Tanrı’ya tapınmayı isteyerek reddetmesi ve şiddet kullanarak kendisini tahta geçirmeyi seçmesidir. Bu, çağdaş toplumda büyük ölçüde hafife aldığımız bir konu olup, süreç içerisinde sağduyumuzu yitirmişizdir. Tanrı bizleri yalnızca felsefi olarak tanımlayan Yaratıcı değil; ama aynı zamanda varoluşsal bakımdan en büyük ihtiyacımızı karşılayan, sevildiğimiz ve bu dünyada yetim olmadığımız güvencesini ve rahatlığını veren Sağlayıcımızdır. Eğer bizi bir türlü rahat bırakmayan şiddet sorununa bir cevap bulacaksak, anlayışımızı kökten değiştirmemiz gerekecektir. Sadece görüneni değil, ayrıca görünmeyenin de farkına varmalıyız. Çünkü ikincisi ilkinden önce gelmektedir. Başlıklar gazete sayfalarına geçip zihinlerimizde dışsal bir patlama etkisi yaratmadan çok önce, habere konu kişilerin yüreklerinde ve zihinlerinde içsel bir patlama yaşadığını unutmazsak iyi ederiz. İnsani hükümler bu içsel yıkımla başa çıkamaz; ama ancak Tanrı bu acıyla baş edebilir. “Görünmeyen” savaş ruhsal bir mücadeledir; Tanrı’ya dönmek ya da Tanrı’yı oynamak arasında bir seçimdir. Ancak Tanrı bu zaferi kazanacak kadar büyüktür ve O’na olan ihtiyacımızı ne kadar erken anlar ve kabul edersek, mobilyaları değiştirmenin geçici rahatı yerine, evimize dönmenin vereceği tam şifaya o kadar çabuk ulaşırız.