İncil’de İsa’nın anlattığı “Kayıp Oğul” benzetmesinde gözden kaçırılması kolay bir ifade vardır. Öykünün dönüm noktasında görülür; ama aynı zamanda oğuldaki dönüşüm anını belirtmektedir. Küçük oğul kendi istediği gibi yaşama hakkını talep ettikten, payına düşen mirası alıp babasından olabildiğince uzaklaştıktan ve her şeyini kaybedip otlaklarda çalışmak zorunda kaldıktan sonra, delikanlının “aklının başına geldiği” ve bundan sonra babasına geri dönmeye karar verdiği anlatılır. Günümüzde “aklın başına gelmesi” olarak çevrilen bu ifade kötü ya da düşüncesizce alınmış bir kararın kenarından geri dönmeye karar veren bir kişiyi tanımlar. Ancak Grekçe ifadede birebir olarak kayıp oğlun “kendine geldiği” anlamı taşır ve iyi bir karar vermekten daha fazlasını işaret eder gibi görünmektedir. Eskilerin popüler vaizlerinden Charles Spurgeon “ Ziyadesiyle Ekmek” başlıklı vaazında bu Grekçe ifadenin derin bir baygınlıktan çıkan, bilincini yitirmiş, ancak tekrar bilincine kavuşmuş bir kişiye uyarlanabileceğini not eder. Ayrıca ifade delilik halinden kurtulan, kendi zihni ya da bedeni içinde bir yerlerde kaybolmuş, ama tekrar kendine gelmiş biri için kullanılabilir.
Bu iki benzetme ışığında, gerçek durumunun farkında olmayan kayıp oğul, tekrar sağlığa ve yaşama uyanmıştır. Yabancı bir tarlada aç ve yalnız başına dururken, kayıp oğul iyi bir karardan çok daha fazla bir şeyle gelir. Kısmen tanıdığı ama asla tam olarak kavrayamadığı kimliğine uyanır. Babasının evindeki hayatı hatırlamaktadır, hem de ilk defa.
İnsan kimliği bir sorgulama ve uyanış silsilesi gibi görünmektedir. Kim olduğumuzu hayatın, anlayışın, sorgulamanın ve bilincin katmanlarında keşfederiz. Yazar Annie Dillard, farkındalığın gelişiminin ve özün uyanışının tuhaf biçimde “kalp krizinden ya da boğulmaktan dönüşü” andırdığını ifade eder. Uyanışlarımızın içinde bir aşinalık vardır. Bir gizeme uyanır; ama bir şekilde bilindik bir şeye uyanır. Zihni kontrol eden ve bizi karanlıkta tutan günaha tutsak iken durumumuz yabancı diyarda yaşayan kayıp oğulunkine çok benzer. Baba ile birlikte yaşama uyanmadan önce bilincimizi yitirmiş, kendi durumumuzun çılgınlığına tutulmuş gibi oluruz. Elçi bu konuda hemfikirdir: “Sizler bir zamanlar içinde yaşadığınız suçlardan ve günahlardan ötürü ölüydünüz. Bu dünyanın gidişine ve havadaki hükümranlığın egemenine, yani söz dinlemeyen insanlarda şimdi etkin olan ruha uymaktaydınız ” (Efesliler 2:1-2). “Kendimize gelmek” bu nedenle insani durumumuza uyanmaktır. Kimliklerimiz dahilinde dirilişe ve bir eve olan ihtiyacımızı beyan etmektir.
Gene “kendimize gelmek” ifadesi bir başka kullanımda, bir büyünün etkisinden kurtularak aklımızın başımıza gelmesi biçiminde de algılanabilir. Narnia Günlükleri’nin Gümüş Sandalye bölümünde çocukların Narnia’nın altındaki yeraltı dünyasında tuzağa düşmelerini ve Narnialı diye bir şeyin olmadığına inandırılmalarını hatırlarsınız. Gerçekte bir cadı olan yeraltı dünyasının kraliçesi ateşe yeşil bir toz atar ve etrafa tatlı ve uyuşturucu bir koku yayılır. Bu büyülü sisin içinde Narnialı kimlikleri belirsizleşir ve bildiklerini sandıkları dünya kaybolmaya başlar. Ancak bu çaresizlik anında Puddleglum cesurca bir hamle yapar. Çıplak ayağıyla ateşin üzerine basarak tatlı ve ağır havadan ayılır. “Bir şey diyeceğim, bayan” diyerek ayağının acısıyla sekerek yaklaşır, “Diyelim bütün bunları biz hayalimizde kurduk ya da uydurduk… Diyelim, var olan tek dünya bu kara çukur krallık olsun. Benim naçizane dikkatimi çeken şu; eğer haklıysan, biz bir oyun uyduran bebekleriz, ama oyun oynayan dört bebek senin gerçek çukur dünyanın üstesinden gelecek bir oyun dünyası yapabilir. Ben Aslan’ın tarafındayım, ortada Aslan diye biri olmasa bile. Ortada bir Narnia yoksa bile elimden geldiğince bir Narnialı gibi yaşayacağım. Bu yüzden yemek için teşekkür ediyoruz ve sarayını derhal terk edip hayatlarımızı yer dünyasını arayarak geçirmek üzere karanlığa doğru yola koyuluyoruz.”
Büyünün etkisinden kurtulan yeraltı tutsakları, başka bir krallığın çocukları olduklarını hatırlarlar. Kendilerine gelerek başlangıçtan beri kim olduklarını anlamaya başlarlar. Ya Baba’nın çocukları olduğumuz kimliklerimize uyanmak, Tanrı’nın baştan beri olmamız için yarattığı insanların üzerindeki örtünün kalkmasına benziyorsa? Ya kendimize gelmek, belli belirsiz anımsadığımız; ama geri dönmeyi özlediğimiz bir başka krallığın vatandaşları olduğumuzu hatırlamaya benziyorsa? Kayıp oğul, kendi günahının ve yabancı bir dünyanın büyüsünden uyanmakla iki somut gerçeğin farkına varır: Birincisi babasının evinde bolluk vardır ve ikincisi kendisi açlıktan ölüyordur. Bu iki yaşamsal ve ruhsal gerçeğe uyanarak bizlere başlangıçta verilmiş öz kimliklerimizin geri iadesini isteriz. Böyle yaparak kendimize geliriz, çünkü evimize doğru yola çıkmış bulunmaktayız. Kendimize geliriz, çünkü Baba’ya gitmekteyiz.
Yazan: Jill Carattini
Çeviren: Seneme Ekener