Angola’daki Louisiana Devlet Hapishanesi, korkunç suçlar işlemiş insanların yaşadığı, on sekiz dönümlük arazisiyle dünyanın en güvenlikli hapishanelerinden biridir. Yaklaşık beş bin mahkûmu barındırır ve bunların yarısından çoğu müebbet hapis cezası almıştır. Ölüm, Angola’da kol gezer: hapishaneye giren mahkûmların %94’ünün cezalarını çekerken ölmeleri beklenir. Buradaki birçok mahkum için hapishanede tek başına ölme korkusu ile işledikleri cinayetlerin ağırlığı iç içe geçer. Ölüm genellikle suçluluk ve öfke barındıran, ağır bir konudur bu hapishanede.
Fakat bu mahkûmların birkaçı için, Angola Hristiyan Düşkünlerevi, bu durumu kökten değiştirir. 1998 yılında, düşkünlerevi kapılarını ilk kez ölmek üzere olan bir mahkuma ve yine bir grup gönüllü mahkuma açar. Bugün bu program, benzerleri arasında en iyilerinden biri sayılmaktadır. Düşkünlerevinin yapımında çalışan ve ölüm sürecindeki kişilerle ilgilenmekle sorumlu mahkûmlar, kendilerini başkalarının hayatını iyi yönde etkileyebildikleri bir pozisyonda bulurlar. Ölmekte olan arkadaşları ve yabancı kişilerle ilgilenirken, ölümün her insanı bekleyen bir son olduğunu fark eden mahkûmlar, zaman içinde sert davranışlarından vazgeçerler. Mahkûmlardan biri şöyle söylemiştir: “Angola’da sürekli kavga eden ve uyuşturucu kullanan adamların, bir hastanın ölümü yüzünden ağladığına şahit oldum.” Bir başka mahkûm, ölmekte olan kişilerle birlikte olmanın kendi hayatından ne kadar çok şey götürdüğünü söyledikten sonra, şunları ekler: “Ama bu, insana çok fazla şey de katıyor.” Üçüncü bir mahkûmsa, ölümü bekleyen hastalarla ilgilenmenin hayat boyu duyduğu öfkeyi nasıl sona erdirdiğini ve suçuyla dürüstçe yüzleşmesine yardım ettiğini anlatır.
Bazılarınız için bu, Doğuş Bayramı’nın hikâyesini paylaşmak için tuhaf bir giriş olabilir. Fakat aslında bu girişten başka bir giriş yoktur; en çok kırgın ve suçlu ruhlar, huzurunda bulunabilecekleri birinin hasretini çekerler. Şehit edilen Başpiskopos Oscar Romero’nun bir keresinde söylediği gibi, “Doğuş Bayramı’nı gerçekte kutlayabilen kişiler, bir kurtarıcının gelmesine en çok ihtiyaç duyan fakir ve aç kişilerdir sadece.” Angola’daki mahkûmlar , annesi ve babası onu terk etmiş bir çocuk ve üzüntü içerisindeki bir yürek için Tanrı’nın vücut bulması her acıya, her kayıp umuda, her küçük suçluluk duygusuna dokunur.
Noel yapı itibariyle, diğer tüm inançların aksine, fakir ve yorgun , suçlu ve açlıktan ölmek üzere insanlar için Tanrı’nın yeryüzüne , burada yaşayanların tam arasına indiği bir sahnedir.
Mesih’in bir çocuk olarak dünyaya gelmesi, yalnız kalma, zayıflık ve kınanma korkularını sona erdirir. C.S.Lewis, Tanrı’nın vücut bulma hikayesini, derimizin altına işleyen bir hikâye olarak tasvir eder. Ona göre, “Tanrı’nın vücut bulma hikâyesi, yüzeyin derinlerine doğru iner, beklenmedik kanallardan çalışır, en derin endişelerimize dokunur ve bizim yüzeysel fikirlerimizin altını kazır. Her şeyin berbat olacağından, her şeyin gitgide daha iyi olacağından, her şeyin Tanrı olduğundan ya da her şeyin elektrikten kaynaklandığından emin olan bir kişi için söyleyebilecek pek bir şey yoktur. Onun vakti, diğer tüm inançlar bizi yarı yolda bırakmaya başladığında gelir.” Uçurumun kenarında dururken, bizi kendine çeken, bağışlayıcı bir Tanrı’nın varlığından daha önemli bir şey yoktur.
Tanrı’nın vücut bulmasındaki en büyük umut, Tanrı’nın bizim için gelmiş olmasıdır. Tanrı yanımızdadır. Mesih farkımızdadır ve bu her şeyi değiştirir. Lewis bu konuda şöyle yazar: “Kabul edildiğinde, Tanrı’nın vücut bulması diğer her şeyi aydınlatır ve düzenler, kahkahamızı mantığımızı, ölüm korkumuzu ve bir şekilde ölmenin iyi olduğuna dair sahip olduğumuz bilgiyi açıklar. Ayrıca, birbirinden farklı birçok teorinin toparlamakta çok zorluk çekeceği her şeyi toparlar.” Mesih’in Beytlehem’de bir bebek olarak doğması insanoğluna Tanrı’nın verdiği değeri gösterir. Tanrı kendi isteğiyle insanın zayıflığını giyinir. Bir esir için, bundan büyük bir özgürlük yoktur.
Yazar: Jill Carattini
Çeviri: Senem Ekener