Tanrı Yanılgısı” kitap incelememizin bu bölümünde Richard Dawkins’in Eski ve Yeni Ahit bölümleriyle ilgili yaptığı yorumlara ve neden dinin sakıncalı olduğu, neden dine düşman olunması gerektiği ile ilgili yazdığı diğer bölümlere bakıyoruz.
Eski Ahit
“Aldıkları eğitim yüzünden doğal felaketlerin insanoğlu meseleleriyle ilişkili olduğunu zanneder ve tektonik levhalar gibi kişisel olmaktan son derece uzak doğa olaylarının, insani kötü amellerin bir bedeliymiş gibi görürler. Diğer taraftan, bir tanrının (ya da bir tektonik levhanın) gücünün yetebileceği, dünyayı alt üst edebilecek olayların daima insanoğluyla ilgili olduğuna inanmak ne haddini bilmez bir benmerkezciliktir? İsteği yaratma ve sonsuzluk olan ilahi bir varlık, neden suç işleyen küçük insancıklara uğraşarak kendini tatmin etsin? Biz insanlar bu tarz havalara gireriz, hatta önemsiz, küçük ‘günahlarımızı’ abartıp, bunlara evrensel bir önem katarız!” (s.223)
Dawkins burada da Tanrı’ya insan yüreği zihniyeti ile yaklaşarak yine başka bir yanlışı düşüncelerinde dolaştırır. Dünyayı alt-üst edebilecek olayların insanlarla bağlantısını araştırmak yerine, daha önce eleştirdiği daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, küçümsediği insanların yapabileceği bir bakış açısıyla Tanrı’nın eylemlerini hafife alır. Dawkins’in tanımındaki, Tanrı’nın onlarla oynamayı seçtiği küçük insancıklar, gerçekte dünyayı yönetmesi için yarattığı kendi biricik çocuğu, en yakın dostudur. Dolayısı ile bu konuyu Dawkins’in ele aldığı açıdan bakmak yapılabilecek en büyük hata olur. Çünkü Tanrı eğer bir oyuncak istemiş olsaydı, insan açısından baştaki tercihi muhtemelen daha farklı olurdu.
Bu yazının devamında ise Eski Ahit’teki Lut’un kızlarıyla yatması (hem ahlaklı bir aile hem adam kendinde değil ama hem de hamile bırakabiliyor), Lut’un evine gelen melekleri korumak için kapıda bekleyen adamlara kendi kızlarını vermeyi teklif etmesi, benzer bir hikayede Levilinin cariyesini kapıya dayanan adamlara vermesi ve onun tecavüze uğrayarak öldürülmesi üzerine yine ahlaksal anlamda nasıl bir tutarlılık olduğuna dair sorularla yazısını devam eder. Bundan sonrasını ise İbrahim’in oğlunu kurban etme sahnesini ekleyip kinayeye bağlayarak devam eder:
“Birincisi, günümüzde birçok insan kendi kutsal kitaplarındaki olayların hepsinin gerçek olduğunu düşünmektedir ve bu sözde gerçekliklerin biz geriye kalanlar üzerinde baskın bir siyasi gücü vardır, özellikle A.B.D ve İslam dünyasında. İkincisi, eğer bu olaylar gerçek değilse, bunlardan nasıl bir anlam çıkarmalıyız? Bir kinaye olarak mı düşünmeliyiz? O halde kinayeler hangi sonuçlara gebedir? Övülmeye değer hiçbir sonuç çıkmayacağından emin olabilirsiniz. Bir ahlaki ders mi çıkarmalıyız? Böylesi berbat hikayelerden nasıl bir ders çıkarılabilir? Burada kanıtlamaya çalıştığım tek iddiamın, ahlak kurallarımızı kutsal yazılardan sağlamadığımız olduğunu hatırlatırım. Eğer sağlıyor olsaydık, metinler arasından güzel olanları ayıklayıp seçer, iğrenç olanları kabul etmezdik. Ancak bunun sonrasında hangi öykülerin ahlaken uygun olduğunu belirlemek için bağımsız bir kıstasa ihtiyacımız olacaktır: ve bu öyle bir kıstas olmalıdır ki kaynağı her ne olursa olsun kutsal metinler olmamalı ve elbette, dindar ya da değil herkes için geçerli olmalıdır.” (s.227)
Ahlakın insan elinde nasıl bozulabildiğine canlı birer örnek olan bu olaylar, belli ki Dawkins için düşüncelerini onaylayan hikayelerdir. Fakat atladığı bir şey vardır. İyilik ve kötülük ile ilgili bir açıklaması bulunmayan ve bunu göreceli kavramlar olarak niteleyen biri olarak, iyi olay ya da iğrenç olay tanımı yapıp, bunlardan iyi olanı alıp iğrenç olanı bir kenara bırakma fikri oldukça gariptir. Bu anlamda aslında onun için tüm olayların nötr ya da olabilir (iyide kötü, kötüde iyi vardır) bir anlam taşıması, ‘olması gereken şeyin olması gerektiği gibi olduğu’ şeklinde bir düşüncenin hakim olması beklenir.
Yeni Ahit Daha İyi Midir?
“Dürüst bir bakış açısıyla, İsa’nın, Eski Ahit’in gaddar canavarından sonra olağanüstü bir ilerleme olduğunu inkar edemeyiz. Doğrusu İsa, eğer var olsaydı (ya da eğer var olmadıysa onun kutsal metinlerini yazan kişi) hiç şüphesiz ki tarihin en büyük ahlak yenilikçilerinden birisi olurdu. Dağdaki Vaaz zamanının bir hayli ötesindedir.” (s.234)
Dawkins’in çalışmalarını, kitap yazılarını nasıl hazırladığı konusu oldukça merak uyandırıcıdır. Gerçekten geçmiş tarih içinde bir araştırma yaparak mı İsa’nın varlığını reddetmektir, yoksa yüreğindeki ateist öfkeyle mi hareket etmektedir bilinmez.
“Kabul edilmelidir ki İsa’nın ailevi değer yargıları insanın benimsemek isteyeceği türden kurallar değildir. Annesiyle olan ilişkisi kabalık noktasına gelecek kadar yetersizdi ve İsa havarilerinden ailelerini terk edip kendisini izlemelerini talep etmiştir. “(s.234)
Dawkins yine akıl dışı bir yorumla daha hangi düşünce sistemini manipüle edebileceğini zanneder bilinmez; ama hem kendisini, hem de kendisi gibi olmaya davet ettiği birçok kişiyi de kapasiteleri konusunda aşağıladığının farkında değildir. Hristiyan terminolojisini tamamen allak bullak ederek bir sonuca varmaya çalışır. Daha önce Eski Ahitteki bazı olayların Hristiyanlar tarafınca çıkara uygun şekilde yorumlandığı eleştirisinin bir benzerini tam da bu noktada kendisinin yaptığını görmezden gelir. Elbette yine bağlamının dışında kullanılan her türlü ayeti de yine bağlamına en uygunsuz şekilde eleştirmekten de vazgeçmez. Havarilerin izlediği kişinin kimliği elbette Dawkins’in zahmet edip araştırmadığı ve sonucu kendine göre yorumladığı gerçeğiyle el eledir.
“… Yeni Ahit’te iyi bir insanın desteklemeyeceği farklı öğretiler de vardır. Özellikle de Hristiyanlığın başlıca öğretisini kastetmekteyim: ‘İlk günah’ için ‘kefaret’ görüşü. Yeni Ahit ilahiyatının kalbinde yatan bu ilke, en az Isaac’i barbeküde pişirmeye kalkan İbrahim’in hikayesi kadar ahlaki açıdan çirkindir…”(s.235
“Buraya kadar anlattıklarım çok kindar bir havadaydı: ve Eski Ahit için bu normaldir. Ancak Yeni Ahit ilahiyatı yeni bir tür sadomazoşizm rötuşuyla insafsızlığı bir nebze daha arttırır ve buradaki ahlaksızlığın seviyesi ancak Eski Ahit’te bulunur. Biraz düşünmelisiniz; bir dinin, bir idam ve işkence aletini kutsal bir sembol olarak kabul etmesi dikkat çekicidir ve o dinin mensupları sembollerini genelde boyunlarına takarlar.”(s.235)
“Hristiyanlığın temel öğretisi olan kefareti, ahlaksız, sado-mazoşist ve itici sıfatlarıyla tanımlarım. Ayrıca, kefareti düpedüz çığırtkanlık olarak hayatımızdan çıkarmalı ve yaygın aşinalığının tarafsızlığımızı köreltmesine meydan vermemeliyiz. Eğer Tanrı günahlarımızı bağışlamak isteseydi neden bu günahların karşılığında işkence ve idam görmek istesin? Sırf bu yüzden uzak geleceğin Yahudi nesilleri, katliamcı ve ‘İsa-katilleri’ eziyetlerine maruz kaldı: yoksa bu da sperm yoluyla nesilden nesle geçen kalıtsal bir günah mıdır?”(s.237)
Dawkins’in bu sayfalardaki sert eleştirilerini, iğneleyici olmaktan çıkıp, hakarete varan ifadelerini anlamak bir açıdan kolaydır. Adem’in bahçeden gezinen Tanrı’yı görünce bir an önce saklanma paniğini anımsatır. Aslında pratik olarak yaptığı şey kendi çıplaklığını gizlemek olsa da, esas olan yüreğindeki utançtır. Çünkü dostuna sadık kalmamıştır. Belki o saklanma süresi içinde kendi kendine cevaplar ve bahaneler üretir. Nitekim Tanrı’nın karşısına çıkmak ve olayı anlatmak zorunda kaldığında yaptığı ilk şey yanındaki insanı, ikinci şey ise bu insanın varlığından dolayı Tanrı’yı suçlamaktır.
Dolayısıyla burada Dawkins kendi günahlı ve kötü yüzüyle karşı karşıya gelmemek için, önce iyiliği kötülüğü tanımaz, sonra da tanımadığı bu durumlar üzerinde yorum yapar. Elbette bunun devamında da sado-mazoşizmle Tanrı’yı suçlaması da kaçınılmaz olacaktır. Tipik bir günahlı insan örneği olarak Dawkins de Tanrı’yı her taraftan kuşattığını zannedip, O’nu suçlarken benzer bir tepki göstermektedir. Bu tepki içinde İsa’yı öldürenleri katil olarak suçlayanların da, çarmıhı bir sembol haline getirip boynuna asanların da insan olduğunu unutarak. Yoksa bu da her türlü mükemmel düzeni ve uyumu içinde taşıyan ama tesadüf eseri böyle bir düzene ve uyuma ulaşan insanın içindeki ego mudur?
“İtici güç ne olursa olsun, gözle görülür anlayış ilerlemesi gerçeği, iyi birisi olmakta ya da iyi olanın belirlenmesinde bir Tanrıya ihtiyacımız olduğu iddiasını yıkmak için yeter de artar.” (s.255)
Dawkins’in burada anlayış ilerlemesi olarak ifade etmeye çalıştığı şeyi anlamak güçtür. Kötülük gerçeğinin ilerleyen zaman içinde daha azalıp yerini anlayışın ilerlemesiyle iyiliğin daha da anlaşılır olacağı sonucuna, bilgi ile gelişen ama maalesef iyilik konusunda giderek daha da fazla sınıfta kalan insanlığa baktığında bunu nasıl gördüğü bir muammadır.
“Din savaşları gerçekten din adına yapılmıştır ve bu tür savaşlar tarihte korkutucu derecede sıktır. Ben ateizm adına yapılmış herhangi bir savaş aklıma getiremiyorum ki neden böyle bir savaş olsun? Fakat sırf inançsızlıkları yüzünden birçok siyasi düşünce ortaya çıkarmış, insanların özgürlüklerini kısıtlamış, bunu eşitlik ilkesini getirdiklerini iddia ederek komik bir gerekçe sunmuş, kendilerine ait bir hegemonya oluşturmuş insanları hatırlamayı unutur Dawkins. Savaşlar ekonomik hırslar, siyasi tutkular, etnik ya da ırksal önyargılar, keskin kindarlık, intikam ya da bir ulusun yapısındaki bir tür vatansever inançla başlar. Bir savaşın fitilini ateşleyebilecek bir diğer gerçekçi motivasyon ise, bir insanın sarsılmaz bir biçimde kendi inancını tek gerçek inanç olarak görmesidir. Acaba Dawkins bu kitabıyla sadece Hristiyanlığı mı alaşağı etmeye çalışır, yoksa zehir zemberek kendi ateist bakış açısını mı manipüle etmektedir? Üstelik bunu kitabının arka sayfasında “Dinden kurtulmak isteyenler için yardıma ihtiyacı olanlara, kısmi bir yararlı adresler listesi” veren adamın söylemesi ayrıca ironiktir ve bu görüş rakip dinlerin tüm kafir ve takipçilerini ölüm cezasına mahkum eden ve aleni bir şekilde, Tanrı’nın askerlerinin doğrudan cennete gideceklerini vaat eden bir kutsal kitapla desteklenir.” (s.261) her şeyin olduğu gibi inancın da insan elinde kullanılmak üzere bir silah haline gelmesini, yozlaşmasını, çıkar çatışması uğruna yerle bir edilmesini bile isteğe, yine ve yeniden göz ardı ederek, “koskoca” bir bilim adamından beklenmedik bir çaresizlikle sürdürür.
Dinin Sakıncası Nedir? Neden Düşman Olmak Gerekir?
“Din, insanları günün her anı, yaptığımız her hareketi gökyüzünden izleyen görünmez bir adamın varlığına inandırmıştır. Ve bu görünmez adamın on maddelik özel bir listesi vardır, sizden bunları yapmamanızı ister. Eğer bunlardan herhangi birisini yaparsanız, sizi sonsuza kadar kalacağınız özel bir yere gönderir; burası ateş ve dumanla kaplıdır, işkence ve ızdırabın yuvasıdır. Tanrı, sizi buraya gönderirken yanmanızı, acı çekmenizi, boğulmanızı, feryat etmenizi ve sonsuza kadar ağlamanızı ister… Ama Sizi Sever! George Carlin” (s.263)
İnancın bu kadar basit bir şekilde özetlenmeye çalışılması ve yine konunun temelini bilmeden yapılan örneklemeyle varılan sonuç… Belli ki Dawkins kendi düşüncesinin aynasını bir komedyende bulur. Aslında ironi şuradadır ki, Carlin istemeden de olsa yine bir stand-up gösterisi sunmaktadır. Tanrı’nın istemediği şeyler olarak üstün körü geçtiği o 10 kural, bugünün temel ahlak yasasını oluşturmaktadır. Dawkins ve Carlin o kaba yüreklerinden bu hassas yasaların çıkma ihtimalini mi sevmektedirler yoksa?
“Yapım gereği yüzleşmelerden pek hoşlanmam. Karşıt fikir belirtmeye dayalı bir tartışmanın gerçeğin ortaya çıkarılmasında sağlam bir yol olmadığını düşünürüm ve bu yüzden bu tür resmi tartışmalara katılmam için sunulan teklifleri hiç düşünmeden geri çeviririm.” (s.264)
Belki de itiraf “yapısı gereği” Dawkins’in kendi suçları ile de karşı karşıya kalamayacağı, yanlışlarını görmeye belki de dayanamadığı gerçeği, basitçe Tanrı’nın olmasını istememe arzusunda yatar
“Bir bilim adamı olarak tutucu inanca karşı düşmanım çünkü bu eğilimdeki bir inanç her zaman bilimsel girişimin önünü tıkar. Din bize görüşlerimizi değiştirmememiz gerektiğini ve ayrıca, kavranması mümkün, ilgi uyandırıcı konuların keşfedilmesini arzulamamayı öğretir. Din bilimin düzenini bozar ve kişinin idrak kabiliyetini baltalar.” (s.267)
Tanrı inancı olan herkesi akıl geriliği ile suçlayan yazar, Hristiyan bilim adamlarının varlığını da bir anda çöpe atar. Belki dinin böyle bir tutukluluk hali olabilir ama Tanrı’ya inanmak, O’nunla ilişki kurabilmeyi getirir. Bir baba ortaya çocuklar çıkarmış, sonra da onları dilediği gibi kullanmamaktadır. Aksine onların her kötülüğüne, akılsızlığına ve saygısızlığına rağmen sevgisiyle yanlarında ve dahi ölümün içinde onlara kefarettir.
200’lü sayfa sonlarına doğru bahsettiği inancından dolayı öldürülenler elbette gerçek bir inananın onaylayacağı bir şey değildir. Bu gibi ekstrem yanlış örneklerden yola çıkarak geneli suçlamak, yargılamak ve yanlış kabul, düşülebilecek en büyük hata olur. Kötüyü örnek alıp bir düşünceyi suçlamak doğru bir eleştiri yöntemi değildir. Bugün hala Tanrı’ya ve inanca küfreden nice yazar, edebiyatçı ve bilim adamı vardır ve hiçbiri de bu düşüncelerinden dolayı yağmalanmamıştır. Benzer bir şekilde eşcinsellere verilen cezaların ya da dışlamaların da sadece inançla bağdaştırılması gerçekçi değildir. Uç noktalardaki davranışları ya da düşünce kalıplarını ve dini öne sürerek ortaya attığı düşünce sistemini yine o dinin temeli olarak varsaymak hatalı bir yaklaşımdır.
“Sinir sistemi olmayan başlangıç embriyolar pek tabii acı çekmezler. Ve eğer sinir sistemi gelişmiş ve geç kürtaj edilmiş embriyolar acı çekiyorlarsa (ki her acı üzücüdür) bu acı çekişin sebebi insan olmaları değildir. Herhangi bir evredeki insan embriyolarının aynı gelişim evresindeki bir inek ya da koyun embriyosundan daha fazla acı çektiği yönünde genel bir mantığın doğruluğunu varsayamayız. Ve ister insan embriyosu, ister başka bir varlığın, tüm embriyoların bir mezbahadaki yetişkin ineklerden çok daha az acı çektiği kaçınılmaz bir gerçektir, özellikle de bu inekler dinsel tören eşliğinde kesiliyorlarsa. Dinsel nedenlerden ötürü gırtlakları seremoni eşliğinde kesilen ineklerin bilinçlerinin tamamen açık olması gerekir.” (s.280)
“Medawars’ın da haklı olarak belirttiği gibi, ‘insan potansiyeli’ iddiasından şöyle bir mantıklı sonuç çıkarmaktayız; bir cinsel birleşme fırsatın her kaçırışımızda, bir insan ruhunu var olma hediyesinden potansiyel olarak mahrum etmiş oluyoruz. Meseleyi bu kafası güzel ‘pro-life’ mantığıyla ele alırsak, doğurgan bir birey karşısına çıkan çiftleşme tekliflerinden her birini reddettiğinde, potansiyel bir çocuğu öldürmekle aynı şeyi yapmış olur! Keza bir tecavüze karşı direnmek dahi potansiyel bir bebeği öldürmek olarak tanımlanabilir.”
Konuyu ekstrem boyutlara taşıma konusundaki maharetini Dawkins burada da bir kere daha sergilemiş. Tartışılan şey sinirlerinin oluşup oluşmadığı, canının yanıp yanmadığı sorunu değildir, embriyonun potansiyel bir bebek olup olmaması da değildir, konu embriyonun artık yaşamaya başlamış bir canlı olduğu konusunda yapılan öz saygıdır.
“Aşağıdaki dörtlük Lord Justice Bowen tarafından yazılmış son derece güzel bir şiirdir.
Haklının da üzerine yağıyor yağmur
Haksızın da
Ama haklının üzerine daha çok yağıyor yağmur,
Çünkü haksızın elinde haklının şemsiyesi var.
Ancak Matta İnciline başvurmazsanız (Matta 5:45) buradaki anıştırmanın ne olduğunu anlayamazsınız.” (s.319-320)
Biz de Dawkins’i kırmıyoruz ve buradaki “anıştırmayı” anlayabilmek için ayete bakıyoruz:
“Öyle ki, göklerdeki Babanız’ın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır. “ (Matta 5:45)
Ayete baktığımızda ise Tanrı’nın ne kadar sabırlı, ne kadar sevgi dolu, ne kadar merhametli ve ne kadar lütuf dolu olduğunu görüyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki; “Ben kötü kişinin ölümünden sevinç duymam, ancak kötü kişinin kötü yollarından dönüp yaşamasından sevinç duyarım. Egemen RAB böyle diyor.” (Hezekiel 18:23)
Bizler Tanrı’yı egomuzla, içsel yaralarımızla, öfkemiz ve bitmek bilmeyen utanç ve korku dolu kaçak yaşamımızla aradığımızda, kendi isteklerimizin koordinasyonları doğrultusunda O’nu şekillendirdiğimizde elbette elimizde sadece hayal kırıklığı kalacaktır. Fakat tüm sefil halimize rağmen, O’nun elini yüreğimizdeki en derin arzu ile tutmak için uzandığımızda, sonuç bambaşka olacaktır.
RHEMA – Yaz 2017 – 4. Sayı
Serda Ayık Sez